Ali Doğan, 1990'lı yıllardan itibaren Azerbaycan ile ilgili olayların canlı tanığı ve profesyonel bir kronikçisi olmuş bir gazetecidir. 1990 yılı 20 Ocak olaylarından sonra Bakü'ye gelen yabancı gazeteciler arasında yer alan Ali Doğan, Birinci Karabağ Savaşı döneminde defalarca cephe bölgelerinde bulunmuş, savaş muhabiri olarak röportajlar hazırlamıştır. 2002 yılında TRT Bakü ofisi açıldıktan sonra muhabir olarak çalışmış, 2006 yılında yeniden TRT'nin Bakü ofisinde faaliyetini sürdürmüştür. 2010 yılından itibaren Türkiye'ye dönen Ali Doğan, hâlihazırda TRT'de editör olarak görev yapmaktadır.
Bu yazı, onun 34 yıl sonra yeniden Karabağ'a yaptığı ziyaretten kaleme aldığı gazetecilik düşünceleridir.
***
Azerbaycan’ın 2020’de, 44 gün süren savaşla Ermeni işgalini sona erdirdiği Türk yurdu Karabağ’ı görmek için sabırsızlanıyordum. İmkân ve fırsat bulur bulmaz geldim Karabağ’a…
Bu topraklara ilk kez gelmiyordum. Yıllar önce, Birinci Karabağ Savaşı’nda cephelerin hemen yanı başında, silah seslerinin gölgesinde tanıklık etmiştim bu coğrafyaya. O günlerde Karabağ; acının, yıkımın ve yarım kalan hayatların adıydı. Bugün ise insanı bambaşka bir duyguyla karşılıyor: Hüzünle yoğrulmuş bir gurur, sessizliğin içinden yükselen bir diriliş.
Yıkılmış şehirler, kurşun izleriyle delik deşik olmuş duvarlar hâlâ konuşuyor. Ama artık bu topraklarda yalnızca geçmişin acısı değil, geleceğin umudu da var. Karabağ, 34 yıl sonra yeniden ait olduğu yere dönmenin ağır ama onurlu sükûnetini yaşıyor.
Etrafa sadece bir gazeteci olarak bakmıyorum; bu toprakların hikâyesine birebir tanıklık etmiş bir insan olarak yürüyorum. Ve her adımda şunu hissediyorum: Karabağ artık suskun değil, Karabağ yeniden nefes alıyor.
Bu topraklara ilk adımımı attığımda hissettiğim şey sıradan bir sevinç değildi; damarlarımdan yürüyen kadim bir çağrıydı bu.
Birinci Karabağ Savaşı’nı muhabir olarak izlediğim yıllarda, Ağdam cephesine geldiğimizde mescidin arkasında mütevazı bir evde kalırdık. Savaşın gölgesinde, o ev bizim için yalnızca bir barınak değil; korkunun, umudun ve bekleyişin aynı çatı altında toplandığı bir tanıktı.
1993’te Ermeniler Ağdam’ı işgal ettiğinde, sadece bir şehir değil, hatıralarımız da sustu. Tam 27 yıl boyunca Ağdam haritalarda vardı ama hayatta yoktu.
2020’de, 44 günlük savaşla birlikte o sessizlik bozuldu; Ağdam yeniden özgürlüğüne kavuştu.
34 yıl sonra yeniden Ağdam’a geldiğimde, kaldığımız o evden geriye yalnızca ayakta kalmış duvarlar vardı. Ne ses, ne iz… Ama her taş, her çatlak geçmişi fısıldıyordu. Bir zamanlar notlar aldığım, cepheye doğru yola çıktığım o mekân, şimdi işgalin geride bıraktığı yalın bir hafızaya dönüşmüştü.
Bugün Azerbaycan devleti Ağdam’ı yeniden inşa ediyor. Yıkıntıların arasından yeni bir şehir, yeni bir hayat yükseliyor. Ve ben, bir zamanlar acılara tanıklık etmiş bir muhabir olarak, bu kez yeniden doğuşa tanıklık ediyorum. Ağdam artık sadece bir cephe hatırası değil; direnişin, sabrın ve geri dönüşün adı.
Ağdam’ın sembolü olan Cuma Mescidi, bugün sessizliğin ve dirilişin tanığı…
İşgalin izleri silinmiş, duvarlar onarılmış; ama hatıralar yerli yerinde duruyor.
Birinci Karabağ Savaşı’nda silah seslerinin gölgesinde namaz kıldığım bu mescidde, bugün başım eğik, kalbim dolu.
Bu kez, 44 günlük Vatan Savaşı’nda şehit düşenler için dua ettim.
Zaman değişmiş, kader değişmiş, toprak özgürlüğüne kavuşmuştu.
Ama Karabağ, yaşananları asla unutmamıştı.
Hocalı’nın adı, sadece bir yer ismi değil; Türk’ün hafızasına kazınmış bir yas olarak duruyordu. Orada yürürken, toprağın altında kalan masumların değil, yere düşmeyen bir millet onurunun varlığını hissettim. İçimdeki Türklük sessizce ayağa kalktı; öfkeyle değil, sabırla ve inançla.
1992’de Hocalı’da Ermeni katliamından canını kurtarabilenlerle konuşmuş, gözlerinin içine bakarak röportaj yapmıştım. Anlattıkları acıyı sadece duymadım; bir Türk, bir gazeteci ve bir insan olarak kalbimde hissettim. Yıllar sonra Hocalı’ya bakarken, o geceyi yaşayanların titreyen sesleri yeniden kulaklarımda yankılandı. Objektifimin önünde değil, vicdanımın tam ortasında duruyorlardı.
O an, Hocalı’yı dünyaya duyurmak uğruna canını hiçe sayan rahmetli Cengiz Mustafayev’i, aynı hakikat mücadelesinin neferi İrfan Sapmaz’ı, fedakar, cefakar, korkusuz, yiğit Türk evladı mihmandarımız Mahmut Kesemenli'yi ve bu insanlık suçunu tarihe kayıt düşen güzide kurumum TRT’yi bir kez daha derin bir saygı ve hüzünle andım. Hocalı, sadece bir coğrafya değil; tanıklıkla, fedakârlıkla ve unutulmaması gereken bir insanlık yarasıyla hafızama kazınmıştı.
Hankendi’de göğe baktım. O gök; Orta Asya’dan Anadolu’ya, Kafkaslar’dan Rumeli’ye uzanan aynı göktü. Yıllarca yabancı bırakılan bu şehirde artık Türk’ün kader çizgisi yeniden görünür olmuştu. Hissettiğim gurur, bağıran bir zafer değil; “Biz buradayız ve hep vardık” diyen vakur bir duruştu.
“İki devlet, tek millet” sözü, burada kuru bir slogan değil; kanla ve kaderle yazılmış bir hakikatti.
Şuşa’ya vardığımda tarih konuştu. Burası sadece Azerbaycan’ın değil, bütün Türk dünyasının kalelerinden biriydi. Cıdır Düzü’nde durup aşağı baktığımda, Oğuz’dan miras kalan bir direnişin; Alparslan’dan, Nuri Paşa’dan, adsız yiğitlerden süzülüp geldiğini gördüm. Şuşa, yeniden Türk’ün sesiyle nefes alıyordu.
O an göğsümde kabaran duygu bir şehrin kurtuluşu değil, Türk’ün yeniden silkinişiydi.
Laçın yollarında ilerlerken dağlar bana yabancı gelmedi. Sert, suskun ve onurluydular; sanki Orhun’dan kopup gelmiş gibiydiler. Yıllarca Türk’e kapatılan bu yollar unutulmamıştı. Her virajda bir sabır, her taşta bir bekleyiş vardı. Şimdi o yollar, öz sahibini tanımış gibiydi.
Bu şehirleri görmek, bir milliyetçi için yalnızca coğrafya tanımak değildir; tarihin çağrısına cevap vermektir. Gözlerim doldu ama başım daha da dikleşti. Çünkü Karabağ’da şunu gördüm:
Türk’ün adı silinmedi, bayrağı düşmedi, duası yarım kalmadı.
Karabağ bugün baştan sona bir şantiye.
Ama burada sadece beton dökülmüyor, yollar yapılmıyor.
Türk’ün yarım kalan tarihi yeniden ayağa kaldırılıyor.
Dozerler, kepçeler, kamyonlar gece gündüz çalışıyor. İşgalin yerle bir ettiği şehirler, Azerbaycan devletinin iradesiyle yeniden kuruluyor. Yollar, köprüler, damarlar… Türk yurduna yeniden can veriliyor.
Bu ortamda gezdim Karabağ’ı.
Bir zamanlar ezan sesinin susturulduğu, Türk’ün izinin silinmek istendiği şehirlerde yürüdüm.
Toprak hâlâ şehitlerin hatırasını taşıyor; her adımda tarih konuşuyor.
Karabağ’da bugün yükselen sadece binalar değil; Türklüğün hafızası, onuru ve iradesidir.
Bu topraklar yeniden Türk yurdu olurken, ben de bu coğrafyayı bir gazeteci olarak değil;
aynı kaderi paylaşan bir Türk evladı olarak dolaştım